1 Haziran 2011 Çarşamba

12 Haziran'dan sonra Demokrasi Mücadelesi


12 Haziran seçimleri, 12 Eylül referandumunda “yetmez ama evet” diyen ve referandumdan sonra daha fazla demokrasi için mücadele edeceğini beyan eden sol için önemli bir dönüm noktası niteliği taşıyor. Kürdistan'daki sivil itaatsizlik mücadelesi dışında genel olarak politik olmayan bir seçim sürecinden geçtiğimiz bu günlerde tüm partiler 13 Haziran günü nerede olacaklarını az çok tahmin ediyorlar. Bu nedenle 2007 seçimleriyle karşılaştırılamayacak bir durgunluk söz konusu.


Ancak seçilecek meclisin önündeki en önemli görevin yeni anayasa yapmak olması bu seçimi ve sonrasını bir nebze daha önemli hale getiriyor. %10 seçim yasağının, binlerce liralık bağımsız adaylık ücretinin ve liderlerin tartışmasız sultasının hakim olduğu Türkiye'de çok kısıtlı bir demokrasiden bahsedebilsek bile Kürt hareketi ve devrimci marksistler yine de seslerini mecliste daha çok duyurabilmek için çalışıyorlar. Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu bu açıdan önemli bir fırsat ve 2007 seçimlerine kıyasla daha fazla milletvekili çıkaracağı kesin gibi gözüküyor.


Yeni Anayasa sürecinde partilerin konumlanışı tahmin edildiği gibi gelişiyor. AKP bir yandan sermayenin bugünkü ihtiyaçlarına uygun bir anayasa hazırlamaya çalışırken öte yandan, kendisini “değişim ve yenilenmenin sembolü” olarak göstermek için cumhuriyetin kurucu ideolojisi olan Kemalizm'le bir ölçüde çatışmaya hazırlanıyor. Kürt sorununda “PKK'sız bir çözüm” arayışında olan AKP'nin değişimlerinin ufkunun sınırlı olacağı çok aşikar. AKP bir yandan Kürt hareketine verebileceğinin en azını vermeye çalışacak, bir yandan askeri vesayeti kendi istediği ölçüde budayacak, diğer yandan da TÜSİAD/MÜSİAD gibi patron çevrelerinin çıkarlarını gözetecek.


12 Haziran sonrası oluşacak meclis muhalefetinden-BDP'yı dışarıda bırakırsak-umutlu olmamız için hiçbir sebep yok. CHP'nin herkese boncuk dağıtma politikasının devam edeceğini, buna rağmen asıl vurgu noktası olan “cumhuriyetin korunması” konusunda statükocu bir çizgi izleyeği, MHP'nin ise buna sağdan destek vereceği açıktır. Kürt hareketinin tüm gücünü Anayasa'daki ayrımcı, asimilasyoncu maddelerin kaldırılmasına ayıracağı, demokratik özerklik mücadelesini bu kanaldan da yürüteceği düşünüldüğünde BDP'den çok daha geniş ve Batı eksenli bir kampanya beklemenin doğru olmayacağı daha iyi anlaşılır.


Bu şartlarda işçi sınıfını, değişim ve özgürlük isteyenleri, “Herkes için hemen şimdi özgürlük” diyenleri harekete geçirme görevi referandumda evet diyen sosyalist örgütlere düşüyor. Bir yandan anayasadaki ayrımcı,ırkçı ifadelerin çıkarılması için mücadele edecek, diğer yandan grev yasaklarını n tamamen kalkmasını sağlayacak, düşünce özgürlüğünün önünü açacak bir anayasa için kitlesel bir kampanya gerekiyor.


Özgürlükçü bir anayasa kampanyasının “Yetmez ama Evet”in kitleselliğine, yaygınlığına ve etkisine ulaşmasını hedef olarak koymak zorundayız. Çünkü ancak böyle bir kampanya geniş halk yığınlarının kendi kaderleri konusunda söz söylemek için siyasete dahil edebilir ve AKP'ye soldan muhalefet edebilir. Soyut ilkeler değil, somut talepler üzerinden gelişecek, tüm ezilenleri kapsayacak bir kampanya aynı zamanda tüm Türkiye ölçeğinde yapılmalıdır.


Muhafazakar, neoliberal bir parti olan AKP'yi “soldan zorlayarak” ona adımlar attırma, onu ileri itmek gerektiğini anlatan liberal argüman AKP'nin ufkunun sınırlı olmasının nedenini yanlış analiz ediyor. AKP'nin yaptığı değişikliklerin özgürlük isteyenler için asla yeterli olmamasının sebebi ne AKP'nin milli görüşçü kökenlerinde, ne Erdoğan'ın kişisel düşüncelerinde, ne de kabinedeki bir kaç milliyetçi bakanda yatıyor. Bu durumun asıl sebebi AKP'nin bir burjuva partisi olması. AKP'nin amacı devletin yapısını “günün ihtiyaçlarına ve kendi çıkarlarına” tabi kılmak. Bu nedenlerle “devletle” çatışması sadece bir yere kadar gidebilir.


YÖK örneğinde ve Anayasa Mahkemesi örneğinde bu durum kendisini çok açık bir şekilde göstermiştir. AKP'nin kurmayları orduyla olan mücadelelerinde bile sürekli “bir kaç çürük elma” mesajını vermekte, bir kurum olarak orduyla bir sorunları olmadığını sürekli ifade etmektedirler. Bülent Arınç'ın Orgeneral Bilgin Balanlı'nın Balyoz Planı soruşturması kapsamında tutuklanmasıyla ilgili “Görev başındaki veya rütbe taşıyan insanların, kamuoyunda belli görevleri yapan insanların tutuklanmalarına yol açacak kararı verirken daha özenli, daha dikkatli olmamız lazım ve bazı kurumları yıpratılmaktan kurtaracak bir hassasiyeti göstermemiz lazım'' sözleri de bu kapsamda değerlendirilebilir.


Bu tespitin önemi nasıl bir mücadele hattı örüleceği konusunda yol gösterici olmasında yatıyor. Darbelere karşı mücadele ederken, özgürlükçü bir anayasa isterken, değişimin sözcülüğünü yaparken, AKP'nin ufkunu teşhir etmeye daha çok önem vermemiz gerekiyor. Özgürlükçü bir anayasa kampanyası aynı zamanda AKP'ye soldan muhalefet edecek daha güçlü bir öznenin inşasında bir dönüm noktası olarak görüldüğü zaman anlamlıdır. İşçi sınıfına, ezilenlere “AKP bir yere kadar gidebilir” derken hem sonuna kadar gidebilecek, hem de işçi sınıfının güvenle bakabileceği kadar büyük bir odağı adres göstermek gerekiyor. Varolan devrimci marksist yapıların bu ihtiyaca cevap vermediği açıktır. Bu nedenle özgürlükçü bir anayasa kampanyasının AKP'nin karşısında güvenle dikilebilecek bir yapının ortaya çıkarılmasında önemli fırsat olduğunu unutmamalıyız.


Yeni anayasa çalışmaları işçi haklarından kadın haklarına, ırkçılıktan homofobiye bir çok konuyu kapsayacak. Bu kampanyanın önemli bir yanı darbelerin izlerini silmek olsa da, bu mücadele bununla sınırlı değil. Güçlerimizi bir yandan Kenan Evren'in yargılanması için seferber ederken anayasada hakları bir kez daha sınırlanmak isteyen geniş halk yığınlarını gözden kaçırmamak gerekiyor.


Üstelik Kenan Evren'in yargılanması konusunda da uyanık olmak gerek. 12 Haziran seçimlerinden önce soruşturma konusunda yaşanan olumlu gelişmelerin, seçimler sonucunda tersine dönmeyeceğinin tek güvencesi “yetmez ama evet” diyen ve tüm darbecileirn yargılanmasını isteyen kitlelerin sesini daha gür çıkarması. Yoksa yargının siyasi iktidara bağlılığının ne kadar hızlı ve verimli çalıştığını gördüğümüz Kürt adayların YSK vetosunun kaldırılmasından sonra, Kenan Evren'lerin yargılanması sürecinin daha hızlı ilerlemesi gayet olanaklıydı ancak süreç çok yavaş ilerliyor. Bugünkü görevimiz önemli ama ufak gelişmelere sevinmek değil, sürecin hızlandırılması 28 Şubat ve 27 Nisan'ı da kapsayacak şekilde derinleşmesini sağlamak.

9 Aralık 2010 Perşembe

Harry Potter: Safkanlar, melezler ve anti-faşizm


Harry Potter serisinin son filminin ilk bölümü olan Harry Potter ve Ölüm Yadigarları bu hafta vizyona girdi. Film Harry Potter fanlarını hayal kırıklığına uğratan serinin 4,5 ve 6'ıncı filmlerinden sonra şaşırtıcı bir şekilde hem eleştirmenlerden hem de fanlardan iyi not aldı. Bunda yönetmenin önceki filmlere kıyasla hikayeye daha çok bağlı kalması ve kitabın kurgusundaki olayları daha ayrıntılı bir şekilde anlatabileceği 2,5 saate sahip olmasının etkili olduğunu söyleyebiliriz. Serinin bu en karanlık filmi aynı zamanda kitaplarda da yer yer hissedilen iki temanın ete kemiğe büründüğü bir eser olmuş; Irkçılık karşıtlığı ve anti-faşizm.


Harry Potter serisi Voldemort'un hükmettiği karanlık zamanların Voldemort'un Harry'yi öldürmemesi üzerine sonlanmasıyla başlar. Bu yüzden Harry Potter'ın özellikle Voldemort'un dönüşünden önceki ilk dört kitabı boyunca yazar okuyucuya sürekli Voldemort döneminin kötülüklerinden ne kadar korkulduğunu hissettirir. Kitaptaki tüm karakterler Voldemort döneminden dehşetle korkmakta ve hala ondan Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen diye bahsetmektedirler. Ölüm yiyenlerin ve Voldemort'un gölgesi ilk dört kitap boyunca giderek koyulaşırken dördüncü kitabın sonunda Voldemort'un geri dönmesiyle birlikte Harry Potter ve arkadaşlarının sadece duyduğu karanlık günler başlamış olur.


Voldemort ve onun “örgütü” ölüm yiyenlerin dönüşü büyücü toplumun sürekli korku içinde gerilemesinin başlangıcı olur. Dumbledore ölmüştür, Sihir Bakanlığı'nda ve her yerde karanlık büyücüler güçlerini arttırmaktadırlar. Voldemort gücünü korkuya dayandırır ve büyücü toplumunun üzerine hiç de yabancı olmayan bir baskı aracı yerleştirir; Faşizm.


Voldemort'un yükselişi daha önce büyücüler içinde mahkum edilmiş olan “ırkçı” düşüncelerin geri dönmesine neden olur. Büyü yapma gücü olmayan Mugglelar büyücülerden aşağıdadır, ezilmesi gereken böcekler, üzerlerinde her türlü büyü denenebilecek aşağılık varlıklardır. Ancak faşizm hiçbir zaman tek bir grubu suçlamakla yetinmez. Faşistler bir etnik, düşünsel yada inanç grubunu ezdiklerinde bir sonrakini ezmek için kendilerini güçlendirmiş olurlar. Harry Potter'da da aynen böyle olur. Büyücüler muggleların “daha aşağı” varlıklar olduğuna karşı gelemezler çünkü baskı her yerdedir. Sokaktaki hedef gösteren boy boy aranıyor fotografları, radyolardan okunan kayıp insanların isimleri, basılan evler götürülen insanlar, sokakta devriye gezen ve Nazi Almanyasındaki SA'lardan farklı olmayan “kapkaçıranlar” Faşist fikirler-zorla, baskıyla ve ölüm yiyenlerin kurduğu fikri hegemonya ile-kabul gördükçe ölüm yiyenler daha ileri gitmek konusunda kendilerine daha güvenli hale gelirler. Üstelik devleti de bir araç olarak bunun için kullanmaya başlarlar. Sihir Bakanlığında melezler -iki ebeveyninden biri büyücü ailesinden gelmeyip Muggle bir aileye sahip olanlar- sadece melez oldukları için hakerete uğrayıp yargılanırken, Bakanlığın görevlileri “Mugglelar ne zaman saldırır” adlı ırkçı broşürleri basmakla meşguldür. Umbridge'in kapısının güvenliğini sağlayan Deli-göz Moody'nin gözü her şeyi özetlemektedir aslında. Faşistler her mekanizmayı almakta, ele geçirip, bozup kendi amaçları için kullanmaktadırlar. Ve Voldemort'un gözü herkesin üzerindedir. Artık ölüm yiyenlerin örgütlenmelerindeki temel unsur olan “kan saflığı” temelinde toplumu yeniden örgütleme zamanı gelmiştir.


Ölüm yiyenlere göre Muggle'lar o kadar aşağılık varlıklardır ki onlarla evlenmek gülünüp geçilecek kadar saçma bir düşüncedir. “Führer” Voldemort ise bu düşünceyi ölümle cezalandırmak gerektiğini düşünmektedir. Melezler, ailesi büyücü olmadığı halde büyü yeteneği olan “bulanıklar” ve onlara iyi davranmayı tercih eden “hainler” de cezalandırılmalıdır. Böylece Voldemort toplumu birbirine düşman tabakalar halinde böler ve her biri bir diğerinden korkan ve nefret eden bireyler halinde yeniden örgütler. Piramidin en tepesinde ebedi şef Voldemort, onun altında ölüm yiyenler, hepsi birbiriyle akraba olan soylu büyücü aileleri, “içlerine bulanıklar karışmış”diğer büyücü aileleri, melezler, bulanıklar, sihir gücü olan tiksindirici yaratıklar(cincüceler,ev cinleri vs) ve en allta da Muggle'lar vardır. Muggleların tıpkı yeni sihir bakanlığındaki heykelde olduğu gibi acı çekmesi tercih edilir.


Harry Potter'ın son filmindeki öğeler filme basitçe “faşizme göndermede bulunuyor” denilemeyecek kadar kapsamlı. Bunlar sadece yukarıda kurulan paralelliklerle sınırlı değil. Ölüm Yiyenler aynı faşistler gibi tek bir lidere-Voldemort- bağlılıkları üzerinden örgütleniyorlar. İşledikleri cinayetler, yaptıkları işkenceler üzerinden kadrolaşıyorlar-Draco Malfoy'un 6'ınci kitaptaki görevi gibi- Voldemort'tan hem korkarlar hem de aslında onun yerine geçmek isterler.


Bu korku imparatorluğuna karşı gelişen direniş ise son derece zayıftır. Muggle'ları aşağılama ırkçılığına karşı olan büyücüler- muhtemelen Troçki'nin Faşizme Karşı Mücadelesi'ni okumamış olmaları nedeniyle- büyücü toplumunun çoğunluğunu faşizme karşı seferber etmek yerine merkezine savunmada kalmayı ve Harry Potter'ı korumayı koyan bir tarzda konspiratif olarak örgütlenirler. Zümrüdüanka Yoldaşlığı orjinalinden hem sayıca, hem de nitelik olarak çok daha zayıf ve gizli bir topluluktur. Doğal olarak ilk amaçları kendi üyelerinin hayatlarını korumak olan Yoldaşlık bunda bile pek başarılı değildir. Ancak Yoldaşlık-son filmin ikinci bölümünde ortaya çıkacağı gibi- başka yapılara sızma konusunda en az Ölüm Yiyenler kadar başarılıdır.


Önceki filmlerde yan bir tema olup bu filmde sonuçlarını gördüğümüz “Ev cini özgürleşmesi hareketi” de kitabın ilginç noktalarından biri. Hermione'nin Jakoben köle emeği karşıtı mücadelesi sadece bir Ev cinini etkilemeyi başarmış olsa da onun-Dobby'nin-bu filmde çok önemli- ve acıklı-bir rolü var. Bu ve bundan önceki filmlerde pek ön plana çıkmasa da Evcinlerinin durumu, yok sayılmaları ve aşağılanmaları kitaplarda olduça sık karşımıza çıkıyor. Şatolardaki tüm evişlerini yapmalarına rağmen karşılığılında hiçbir şey almayan Ev cinlerinin durumu kolaylıkla ev içi emekleri çoğu sosyalist tarafından bile pek de umursanmayan ev kadınlarına benzetilebilir. Ancak tüm büyücülük dünyasının en “fasülyeden sayılan” varlıkları olan ev cinleri Harry Potter'da kilit bir rol oynuyor.


Harry Potter'ın bir anti-faşizm alegorisi olduğunu iddia etmek elbette gereğinden fazla iddialı olur. Üstelik Yüzüklerin Efendisinden başlayarak tüm fantastik kurguları kendi başına değerli görmeyip onu dünya tarihiyle bağlantılandırmaya çalışan bir düşünce şeklini haklı görmüş oluruz. Harry Potter Türkiye'deki yaygın kanının aksine bir çocuk kitapları serisi değil. Temel olarak iyi-kötü mücadelesini çok başka bir düzleme oturtarak bize benzer olanı bozarak sunuyor ve farklı bir açıdan anlatıyor. İçindeki faşizm, ırkçılık karşıtı öğeler ise modern insanı uyarmak konunda çarpıcı bir başarı sağlıyor. Harry Potter ve Ölüm Yadigarları, izlenmesi ve üzerine düşünülmesi gereken bir film.